Türk Müzik Eğitim Sisteminin Paradoksu: Batı Merkezcilik ve Geleneksel Kimlik
Türkiye'deki müzik eğitimi sistemi, özellikle de konservatuarlar ve Güzel Sanatlar Liseleri devamında Yüksek Öğretim Müzik programları bağlamında, uzun yıllardır devam eden bir paradoksu içinde barındırmaktadır. Bu sistem, 1926’dan beri temellerini büyük ölçüde Avrupa merkezli klasik müzik geleneklerinden alırken, kendi zengin ve köklü geleneksel müzik kültürünü ise çoğu zaman ikincil bir konuma itmiştir. Bu durum, yalnızca müzik pedagojisi açısından değil, aynı zamanda kültürel kimlik ve sanatçı yetiştirme felsefesi açısından da derin bir sorgulamayı gerektirmektedir.
Batı Merkezli Müzik Eğitimi ve Tarihsel Kökenleri
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında, sanat ve kültür alanında da batılılaşma hareketleri hız kazanmıştır. Bu durum, Osmanlı'nın son döneminde başlayan batı müziği ile tanışıklığı, Cumhuriyet ideolojisiyle pekiştirmiş ve resmi bir devlet politikasına dönüşmüştür. Müzik eğitiminin temel kurumu olan konservatuvarlar, bu felsefenin bir yansıması olarak, solfej, armoni, kontrpuan gibi Avrupa klasik müziğinin temel kuramları üzerine kurulmuştur. Öğrencilere öncelikle piyano, keman, viyolonsel gibi batı enstrümanları öğretilmiş, Türk Sanat ve Halk Müziği ise ayrı ve genellikle daha az prestijli görülen bölümler altında toplanmıştır.
Bu eğitim anlayışının doğal bir sonucu olarak, Türk müzisyenleri öncelikle batı müziği terminolojisi ve estetiğiyle düşünmeye, icra etmeye ve bestelemeye yönlendirilmiştir. Bu yaklaşım, evrensel bir sanat dili olarak görülen batı müziğini öğrenmenin gerekliliği ile açıklanmış olsa da, kendi kültürel mirasımızı ihmal etme ve ona mesafeli bir yaklaşım geliştirme riskini de beraberinde getirmiştir.
Sanatçı Yetiştirme Paradoksu ve Geleneksel Müzik Kültürünün Dışlanması
Batı merkezli müzik eğitimi, sanatçı yetiştirme sürecinde bir paradoksu tetiklemektedir. Geleneksel müzik kültürüne sahip bir toplumun gençleri, eğitim hayatlarına batı müziği disipliniyle başladıklarında, kendi geleneksel müzik pratiklerine yabancılaşabilmektedirler. Ud, tanbur, bağlama, ney gibi geleneksel enstrümanların icrası, makam teorisinin yapısı ve usulün (ritim) derinliği, batı müziği eğitiminin gölgesinde kalabilmektedir. Bu durum, konservatuvardan mezun olan bir müzisyenin hem batı müziğinde uzmanlaşmış hem de kendi geleneksel müziğini içselleştirmiş bir kimlik yerine, her iki alanda da "çift dilli" ama tam olarak "anadili" olamayan bir profile sahip olmasına yol açabilmektedir.
Ayrıca, Türk müziğinin aktarımında büyük önem taşıyan usta-çırak ilişkisi ve meşk geleneği gibi pedagojik yöntemler, akademik bir çerçevenin dışında kaldığı için, formel eğitim sistemince yeterince ele alınamamaktadır [2]. Bu da, geleneksel müziğin ruhunu ve inceliklerini, notalar ve teorik kurallar arasına sıkıştırarak aktarma gibi bir yanlış anlaşılmaya neden olmaktadır.
Geleceğe Yönelik Eleştirel Bir Bakış
Bu paradoksun çözümü, batı müziğini tamamen reddetmekten değil, aksine geleneksel müzik kültürümüzü de aynı ciddiyet ve disiplinle müfredata entegre etmekten geçmektedir. Müzik eğitimi, evrensel ve yerel değerleri birbiriyle çatıştırmak yerine, onları diyalog kurmaya teşvik eden bir yapıda olmalıdır.
Önerilen çözümler arasında şunlar yer alabilir:
Entegre Müfredat: Solfej dersleri gibi temel derslerde sadece batı notaları ve ritimleri değil, aynı zamanda makam ve usul örneklerinin de kullanılması.
İki Dilli Enstrüman Eğitimi: Öğrencilerin hem bir batı hem de bir geleneksel enstrümanı uzmanlık düzeyinde çalabilmesini sağlayacak esnek programların oluşturulması.
Kuramsal Çalışmalarda Eşitlik: Makam teorisi, Türk Halk Müziği nazariyatı gibi derslerin, batı armoni ve kontrpuan dersleriyle aynı ağırlıkta ve prestijde sunulması.
Meşk ve İcra Geleneği: Usta-çırak ilişkisini modern pedagojik yöntemlerle birleştirerek, geleneksel müziğin aktarımında yeni yolların aranması.
Sonuç olarak, Batı merkezli kilise ilahileri, aryalar, aryan tikler vb kendi müzik kültüründe olmayan çok sesli söyleme biçimleri ister istemez sorgulanmaktadır. Türkiye'deki müzik eğitimi sistemi, yalnızca batı müziği icracıları yetiştirmekten öteye geçerek, kendi geleneksel kimliğini de onurlandıran, bu iki zengin kültürü harmanlayabilen ve bu sayede dünyaya özgün bir ses sunabilen sanatçılar yetiştirme vizyonunu benimsemelidir. Bu hem kültürel sürekliliğin korunması hem de evrensel sanat sahnesine benzersiz katkılar sunulması açısından hayati önem taşımaktadır. Yeni Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli müzik eğitimi sisteminin dengeye oturtulması açısından bir fırsat olarak görülmelidir.
Dr. Murat KARABULUT I Köşe Yazarı
Gazi Üni. Öğr. Üyesi
mkarabulut@gazeteankara.com.tr
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı
Dipnotlar
[1] Batılılaşma Dönemi ve Müzik: Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türk müziğinin çoksesliliğe kavuşturulması projesi, hem batı müziği bestecilerinin (Hindemith, Bartók) Türkiye'ye davet edilmesini hem de geleneksel müziğin "düzeltilmesi" veya "evrenselleştirilmesi" fikrini beraberinde getirmiştir. Bu dönemdeki yaklaşımlar, günümüzdeki eğitim sisteminin temelini oluşturmuştur.
[2] Usta-Çırak ve Meşk Geleneği: Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği'nin yüzyıllardır aktarıldığı, sözlü ve uygulamalı bir öğretim yöntemidir. Ustanın çaldığı veya söylediği ezgiyi, çırağın tekrar etmesi ve bu yolla müziği içselleştirmesi esasına dayanır. Bu yöntem, müziğin teorik bilgilerinin yanı sıra, icra estetiğini ve ruhunu da aktarmada kritik bir role sahiptir.
Kaynaklar
Bayer, N. (2018). Cumhuriyet Dönemi Türk Müzik Eğitiminin Tarihsel Gelişimi. İstanbul: Pan Yayıncılık.
Erel, Ş. (2011). Müzik, Kültür ve Kimlik. Ankara: Dost Kitabevi.
Karakoç, S. (2020). Makamdan Sese: Geleneksel Türk Müziği İcracılığının Sorunları. İzmir: Nota Bene Yayınları.
Saygun, A. A. (1987). Türk Müzik Kimliği. Ankara: Çağdaş Müzik Derneği Yayınları.
YORUM YAP