Yakınma Kültürüne Karşı Omuz Omuza
“Bir toplum, ne kadar yakındığıyla değil, sorunlarını ne kadar çözdüğüyle gelişir.”
Yakınma Kültürü: Sessiz Bir Hastalık
Bir toplumun yakınmalarının sebebine ve yoğunluğuna bakarak, o toplumun gelişmişlik düzeyini anlayabiliriz.
Yakınma hâli açık ya da gizli biçimde toplumu sardığında, bu durum ülkeyi geriye götürür; mutsuzluk yayılır, üretkenlik azalır.
Elbette insan zaman zaman dertlenir, çevresindeki olaylardan şikâyet edebilir. Ancak burada sözünü ettiğimiz yakınma kültürü, her şeyden sürekli ve alışkanlık hâlinde şikâyet etme durumudur:
İşten, meslekten, insanlardan, yöneticilerden, hatta hayattan yakınma…
Atasözümüz der ki:
“Hamama gider kurna beğenmez, düğüne gider zurna beğenmez.”
Bazıları güneşe sırtını döner, sonra da “gölge yapıyor” diye şikâyet eder.
Yakınma, kimi zaman açık, kimi zaman da örtük olur.
“Nasılsın?” diye sorarsın, “Eh işte, iç güveysinden hallice” der.
Esnafa “İşler nasıl?” dersin, “Bir çorba parası çıkıyor” der.
Memura sorarsın, “Kıt kanaat geçiniyoruz” cevabını alırsın.
Meslek Hayatında Yakınma ve Sorumluluk Bilinci
Yakınma konusunun sınırı geniştir, ancak bu yazıda özellikle iş ve meslek hayatındaki yakınma kültürüne değinmek istiyorum.
Burhan Felek’in bir anekdotunda bir sünnetçinin işine gösterdiği özen anlatılır.
Sünnet sırasında çocuk, sünnetçinin yüzüne idrarını boşaltır. Aile mahcup olur, ama sünnetçi istifini bozmadan yüzünü siler ve şöyle der:
“İştigal alanı ç*k olanın idrarla karşılaşması doğaldır.”
Bu, mesleğini bütün yönleriyle benimsemenin tipik örneğidir.
Paçayı ıslatmadan balık tutulamayacağını bilmektir.
Bir zamanların Milli Eğitim Bakanı’na atfedilen “Ah şu okullar olmasa, bu bakanlığı çok iyi idare ederdim” sözü mizahi bir örnektir; ama derin anlam taşır.
Her mesleğin zevkli yanları olduğu kadar zorlukları da vardır.
“Hem karnım tok olsun hem somun bütün kalsın” olmaz.
Bir öğretmenin öğrenciden, bir hâkimin davalardan, bir polisin sorunlu insanlardan yakınması; mesleğin doğasına aykırıdır.
Yakınmak, çözüm aramak yerine sorunun etrafında dönüp durmaktır.
Yakınmanın Gerçek Sebepleri
Yakınma kültürünün arkasında yatan temel sebeplerden bazıları şunlardır:
1. Mesleki Yetersizlik
Atasözümüz der ki:
“Mercimek yemesini bilmez, çömleği bahane eder.”
Kişi kendini yetersiz hissederse, sürekli bahaneler üretir, şikâyet eder.
2. Sorumluluk Almaktan Kaçınma
Sorumluluk bilinci gelişmemiş birey, risk almaktan korkar.
“Garcia’ya Mektup” öyküsü bu konuda ders niteliğindedir.
ABD Başkanı, Küba’daki isyancı Garcia’ya ulaştırılması gereken mektubu Rowan adlı bir çavuşa verir. Rowan hiçbir mazeret üretmeden, tehlikeleri aşarak mektubu teslim eder.
Bugün bürokraside ise “Bu benim görevim mi?” ya da “Sonra yapsak olmaz mı?” gibi bahanelerle iş ertelenir.
3. Özeleştiri Eksikliği
Sorunlarda hep başkalarını suçlamak, terazinin bir kefesine kendini koymamaktır.
Özeleştiri, kendini bilmekle mümkündür.
Ne yazık ki, “kafa zenginliğinden çok kese zenginliğini” önemseyen toplumlarda bu zorlaşır.
4. Doğru Sorular Sormamak
Yakınma çoğu kez neden-sonuç ilişkisini kuramamaktan doğar.
Bir memur hiç şu soruları sorar mı kendine:
“Yediğim lokmanın hakkını veriyor muyum?”
“Bugün devletime ne katkı sağladım?”
“Boş zamanımı geliştirmek için mi kullanıyorum, yakınmak için mi?”
Çoğu zaman cevap bellidir.
5. Pozitif Bakış Açısının Eksikliği
Toplumda ağıt kültürü, arabesk eziklik hâkimdir.
Şükretmek yerine isyan etmeyi kolay buluruz.
Pozitif düşünce hem bireysel hem toplumsal gelişmenin yakıtıdır.
6. Mesleği Benimsememek
Kişinin yetenekleriyle uyumlu meslek seçememesi, zorunlu alanlarda çalışması da yakınma doğurur.
Üç saatlik sınavla kaderi belirlenen genç, yıllarca sevmediği işte mutsuz olur.
Ne Yapmalı? Yakınmayı Bırak, Birlikte Silkinirsek Adam Oluruz
Yakınma kültürü, ülkemizde tatsız bir koroya dönüşmüştür.
Bu kısır döngüyü kırmak için şu adımlar önemlidir:
1. Çocuklarda Sorumluluk Bilincini Geliştirmek:
Anne-babanın ödev yapması, çocuğu sorumluluk almaktan uzaklaştırır.
Kendi başına çalışmayı öğrenmeyen çocuk, ileride sürekli başkasından çözüm bekler.
2. Çözümün Kendimizden Başladığını Fark Etmek:
Atasözümüz der ki: “Ayağın taşa takıldığında dön, bir içine bak.”
Biz ise genelde “Kahrolsun bu taşı önüme koyanlar” deriz.
3. Çalışmayı Mutluluğun Anahtarı Görmek:
Çalışmak yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir ihtiyaçtır.
4. Çalışmayı Ceza Değil Ödül Olarak Algılamak:
Okullarda “ders çalışma cezası”, adliyede “ağaç dikme cezası” gibi uygulamalar, çalışmayı olumsuz çağrışımla eşleştirir.
Oysa çalışmak, insanın dünyaya iz bırakma biçimidir.
5. Ödül–Bedel Dengesini Kabullenmek:
Hayatta bedel ödemeden ödül beklenmez.
“Nerede aş, yumul; nerede iş, sıvış” anlayışıyla kalkınma olmaz.
İş varsa aş vardır; emek varsa refah vardır.
Son Söz
Yakınmayı alışkanlık hâline getirirsek, iki yakamız bir araya gelmez.
Ama yakınmayı bırakır, sorumluluk alır, birlikte silkinir, kendimize gelir, gayrete gelirsek — biz adam oluruz.
Av. Durdu GÜNEŞ
Gazete Ankara DHP | Köşe Yazarı
dgunes@gazeteankara.com.tr
“Türkiye’nin kalbi Ankara’nın sesi”
YORUM YAP