Yalnız Sofralar ve McDonald’laşan Hayatlar: Modern Zamanlarda Yemeğin Yalnızlaşması
“Yalnız yenilen yemeğin tuzu eksik olur.”
Kentler büyüyor ama masalar küçülüyor. Gökdelenlerin gölgesinde yükselen modern! hayat, kalabalık sofraları sessiz yalnızlıklara terk ediyor. Günümüz şehirlerinde yemek artık birlikte geçirilen bir zaman diliminden çok günün koşturmacasında geçiştirilen bireysel bir ihtiyaç haline geliyor. Hazır yemek paketlerinin hızlı teslimat süreleriyle övüldüğü bir dünyada birlikte pişirmenin, paylaşmanın ve sohbetin yerini dijital ekranlar alıyor.
Aslında bu dönüşüm yeni değil. Uzun zamandır “McDonald’laşma” sürecinin içindeyiz. George Ritzer’in ortaya attığı bu kavram modern toplumların giderek verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve kontrol ilkelerine göre yeniden şekillendiğini anlatır. Fast food zincirleri gibi işleyen bir hayat—hızlı, standart ve kişisel ilişkilerden arınmış... Artık yemek sadece karın doyurmak için var ve giderek kimliksizleşiyor. Yemeğin ritüeli yerine süresi önemseniyor. Sofranın ruhu değil teslimat süresi ölçülüyor.
Oysa bizler bir zamanlar sofralarıyla övünen bir coğrafyanın çocuklarıyız. Anadolu’da yemek sadece karın doyurmazdı; birlikteliği, paylaşımı, aidiyeti doyururdu. Düğünlerde kazanlar kaynar, komşular birlikte hazırlar, çocuklar büyüklerin ayakları altında koşturur, her tabakta bir hikaye, her kaşıkta bir anı taşınırdı. Cenazelerde bile bir araya gelinirdi; acıyı bölüşmek, yemeği paylaşmak, sessiz bir teselli biçimiydi. Sofra, hayatın tam kalbinde yer alırdı.
Eskiden bir yemeğin hazırlığı günler sürerdi. Kadınlar birlikte erişte keser, salça kaynatır, tarhana yoğururdu. Sofralar bugün olduğu gibi sadece akşam yemeklerinde değil sabahın erken saatlerinde, hasat vakti tarlalarda, yolculuk öncesi vedalarda ya da doğum sonrası kutlamalarda da kurulurdu. Her lokmanın ardında bir emek, bir niyet, bir hikaye vardı.
Bugün ise yalnız yemek modern çağın görünmeyen salgını haline geldi. Kent yaşamı bireyselleşmeyi dayatırken yalnız yemek yemek artık bir norm haline geliyor. Ofis masasında hızlı bir sandviç, ekran karşısında tüketilen akşam yemekleri ya da yalnız geçirilen hafta sonu kahvaltıları... Tüm bunlar sadece fiziksel değil duygusal bir yoksunluğun da habercisi ve doğru okunmalı.
Sosyolojik araştırmalar birlikte yemek yemenin bağları güçlendirmekle kalmadığını ruhsal sağlığa da iyi geldiğini gösteriyor. Oysa yalnız yemek zamanla yalnız hissetmeye, bu da zihinsel ve duygusal geri çekilmeye dönüşebiliyor. Bir yemeğin tadını etkileyen sadece kullanılan malzemeler değildir; çevrende kimin olduğu da belirleyicidir.
Oysa bir sofranın etrafında toplanmak sadece yemek yemek değildir. O sofrada bağ kurulur, konuşulur, susulur ama birlikte susulur. Anadolu’nun ruhu birlikte yoğrulan hamurda, imeceyle kesilen sebzede, paylaşılan ekmekte gizlidir. Sofra sadece bir masa değil bir hafıza, bir duygudur. Bu hafıza kaybolduğunda, toplumların belleği de zayıflar.
Peki biz ne zaman bu kadar yalnızlaştık? Ne zaman yemeği sadece beslenme, sofrayı ise sadece bir mobilya olarak görmeye başladık?
McDonald’laşan hayatın hızına küçük bir karşı duruş gerekiyor gibi. Yemekleri sadece tüketilecek nesneler olarak değil paylaşılacak deneyimler olarak yeniden düşünmeliyiz. Yalnız sofraları birlikte kuracağımız anlara dönüştürmeliyiz. Birlikte pişirmeli, birlikte yemeli, birlikte susmalıyız.
Çünkü belki de hiçbir şey bir insanı, birlikte yenen sade bir çorbanın bıraktığı sıcaklık kadar doyuramaz.
Doç. Dr. Ceyhun Uçuk – Köşe Yazarı
cucuk@gazeteankara.com.tr
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı
YORUM YAP