YAZARLAR

19 Ağustos 2025 Salı, 00:00

Türkiye’de Siyasetin Dili: Dün ile Bugün Arasında Bir Karşılaştırma ve Analitik Bir Değerlendirme

Değerli Gazete Ankara okuyucularımız,
Bir zamanlar rahmetli liderlerimizin meydanlarda halkı tebessüm ettiren nükteleri, umut veren sözleri vardı; ayrıştırmayan, tam tersine bir araya getiren bir üslup hâkimdi. Oysa bugün aynı meydanlarda daha sert, daha keskin, çoğu zaman da toplumu parçalara ayıran bir dil yankılanıyor. İşte b
ugünkü yazımızda, Türkiye’de siyasetin diliyle birlikte değişen zihniyeti ve bu dönüşümün toplumsal hafızamızda bıraktığı izleri irdeleyerek, “Dün ile bugün arasındaki bu fark neden doğdu, bizi hangi yollara sürüklüyor, yarına nasıl bir miras bırakıyor?” sorularına cevaplar arayacağız.

Siyaset yalnızca yönetim biçimi değil, aynı zamanda toplumla kurulan bir iletişim sanatı olarak da tanımlanabilir. Bu nedenle siyaset dilinin karakteri, bir ülkenin sosyal dokusunu ve toplumsal ilişkilerini doğrudan etkiler. Türkiye’de siyaset dilinin tarihsel seyri incelendiğinde, 20. yüzyılın ikinci yarısında kullanılan görece nüktedan, esprili ve bilgilendirici söylemin, 2000’lerden sonra yerini giderek daha kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve sert bir dile bıraktığı görülmektedir.

Bugün toplumda sıkça dile getirilen “Siyasetin dili neden kirlendi?” sorusu, aslında Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve iletişimsel dönüşümünün bir yansımasıdır.

1960–1990 yılları arasında siyaset sahnesinde öne çıkan liderlerin üslubu, her ne kadar yoğun rekabet ve sert tartışmalar barındırsa da, bugünkü kadar kişisel saldırı ve ötekileştirme içermezdi:

Süleyman Demirel, halkla doğrudan ilişki kurabilen nüktedan bir dil kullanırdı. “Dün dündür, bugün bugündür” sözü, siyasi pragmatizmin en yalın ifadesi olmakla birlikte, kırıcı olmaktan çok mizahi bir nüans taşırdı. Demirel’in dilinde rakiplerini tamamen yok sayan değil, onları espriyle eleştiren bir yaklaşım hâkimdi.

Bülent Ecevit, halkçı bir üslup benimsemişti. Onun “Ne ezilen, ne ezen; insanca, hakça bir düzen” sloganı, umut verici ve kucaklayıcı bir mesaj içeriyordu. Toplumun geniş kesimlerine bir gelecek vizyonu sunuyor, ayrıştırıcı değil birleştirici bir dil kullanıyordu.

Turgut Özal, Türkiye’yi ekonomik ve sosyal açıdan modernleştirme vizyonuyla ön plana çıkmış bir liderdi. Konuşmalarında halkla doğrudan ve samimi bir dil kullanır, politik mesajlarını anlaşılır ve kapsayıcı bir üslupla iletir, toplumu birleştirici bir ton tuttururdu. “Her şeyin en iyisini halkımız hak ediyor” gibi söylemleri, ekonomik reformları ve liberal politikaları anlatırken bile, sertlikten uzak, umut ve güven veren bir dil örneği teşkil ederdi. Özal’ın üslubu, siyasetin sadece rekabet değil, aynı zamanda topluma yol gösterme ve ortak vizyon sunma sanatı olduğunu göstermesi bakımından büyük önem taşır.

Alparslan Türkeş, ideolojik olarak keskin bir çizgiye sahipti. Ancak dilinde genellikle bir devlet adamı ciddiyeti vardı. “Dokuz Işık” doktrini üzerinden konuşurken bile, rakiplerini küçük düşürmeye değil, kendi ideolojisini anlatmaya odaklanıyordu.

Necmettin Erbakan, eleştirilerinde sert olabilse de, temel vurgusu “milli görüş” ve ekonomik kalkınma üzerineydi. “Ağır sanayi hamlesi” gibi vizyoner söylemler, geleceğe dönük bir yol haritası sunuyordu.

Bu liderlerin ortak özelliği, toplumu ayrıştırmadan, esprili ve aynı zamanda bilgilendirici bir dil kullanmalarıydı. Sertlik olduğunda bile bu çoğunlukla politik hiciv veya ideolojik farklılık üzerinden şekilleniyordu.

1990’lı yıllar Türkiye siyasetinde koalisyonların, ekonomik krizlerin ve siyasi belirsizliklerin yoğun olduğu bir dönemdi. Buna rağmen siyaset dili bugünkünden daha ölçülüydü:

Tansu Çiller“in "Bu vatan toprağı için gerekirse kefenimizi giyeriz çıkışı, güçlü bir milliyetçi vurguydu ama toplumun bir kesimini hedef almıyordu.

Mesut Yılmaz, sert polemiklere girmekten çekinmezdi, fakat tartışmalar çoğunlukla ekonomi politikaları ya da devlet yönetimi üzerine olurdu.

Devlet Bahçeli, siyasete ilk girdiği yıllarda daha ideolojik bir ton kullansa da dilinde saygı gözetilirdi.

Koalisyon hükümetlerinin zorunlu kıldığı uzlaşı kültürü, siyasetin dilini yumuşatan bir denge unsuru işlevi görüyordu. Liderler birbirine sert çıkışlarda bulunsa bile, aynı masada oturmak durumunda olduklarından “köprüleri tamamen yakan” bir dil tercih etmiyorlardı.

2000’lerden sonra, özellikle 2010 sonrasında siyaset dili keskin bir dönüşüm yaşadı. Artık liderlerin önceliği toplumu bilgilendirmekten çok, kendi seçmen tabanlarını konsolide etmek oldu. Miting meydanlarında ve televizyon ekranlarında “hain, zillet, illet” gibi ifadeler sıkça kullanılmaya başlandı. Bu dil, sadece rakipleri eleştirmekle kalmadı; aynı zamanda toplumu keskin çizgilerle ikiye bölen bir işlev gördü.

Neden böyle oldu?

  • Sosyal medyanın etkisi: 24 saat dönen haber döngüsü ve algoritmalar, siyaseti kısa ve keskin mesajlara zorladı. Öfke ve kutuplaştırıcı içerikler daha fazla ilgi çekti.
  • Kimlik temelli siyaset: Seçmenler artık daha katı ideolojik kimlikler üzerinden oy veriyor. Bu da “biz ve onlar” söylemini güçlendirdi.
  • Popülist dalga: Trump’tan Bolsonaro’ya kadar dünyada yükselen popülist liderlik tarzları, Türkiye’de de karşılık buldu. Kutuplaştırıcı dil, tabanı daha hızlı harekete geçirmenin aracı oldu.
  • Toplumsal fay hatları: Laiklik-dindarlık, Türk-Kürt, muhafazakâr-liberal gibi fay hatları siyasetin diliyle sürekli diri tutuldu.

Sonuç olarak siyaset dili, toplumun ortak değerlerinden çok ayrıştırıcı kimliklere yaslanmaya başladı. Bunun sonucunda dilin kirlenmesi ve aşağıda belirtilen sonuçları ortaya çıkardı:

  • Kutuplaşma: Farklı görüşlerin bir arada yaşama iradesi zayıfladı.
  • Tahammülsüzlük: Siyasi tartışmalar toplumsal düzeyde hakaret, dışlama ve düşmanlaştırmaya dönüştü.
  • Ortak değerlerin aşınması: Cumhuriyet, demokrasi, adalet gibi tüm toplumun sahiplendiği değerler geri planda kaldı.
  • Genç kuşaklara yansıma: Gençler siyaseti yapıcı bir tartışma zemini yerine, sürekli kavga ve polemik olarak görmeye başladı.

Bugün için çıkış yolu elbette vardır. Her ne kadar siyasetin dili kirlenmiş olsa da, geçmişten öğrenilecek güçlü dersler mevcuttur. Şöyle ki;

  • Nüktedanlık ve mizah: Demirel’in yaptığı gibi, gerginliği yumuşatan esprili dil toplumsal tansiyonu düşürebilir.
  • Umudu öne çıkarmak: Ecevit’in “insanca, hakça düzen” söyleminde olduğu gibi, geleceğe dair ortak vizyon sunan dil toplumu birleştirir.
  • Samimi ve kapsayıcı üslup: Özal’ın yaptığı gibi, politik mesajları anlaşılır ve birleştirici bir dille aktarmak toplumsal güveni güçlendirir.
  • Devlet adamı ciddiyeti: Türkeş ve Erbakan’ın yaptığı gibi, ideolojik duruşu saygılı bir şekilde ifade etmek mümkündür.
  • Medya sorumluluğu: Algoritmaların ve reyting kaygısının siyaseti sürekli kavgaya zorlamaması için medya daha yapıcı bir rol üstlenebilir.
  • Sivil toplum ve akademi: Uzlaştırıcı bir dilin önemi, sivil toplum ve akademik çevreler tarafından sürekli gündemde tutulmalıdır.

Sonuç

Türkiye’de siyasetin dili, dün ile bugün arasında ciddi bir değişim göstermektedir. Dün, liderlerin üslubu daha nüktedan, bilgilendirici ve birleştirici iken; bugün kutuplaştırıcı, sert ve ötekileştirici bir karakter taşımaktadır.

Ancak dil, yalnızca siyasetin değil, toplumun da aynasıdır. Siyasetçiler toplumu nasıl görüyorsa, o şekilde konuşur; toplum da siyasetçilerden aldığı dili gündelik hayatına taşır. Bu nedenle siyasetin dilini değiştirmek, yalnızca siyasetçilerin değil, toplumun tüm kesimlerinin sorumluluğudur.

Geçmişin liderlerinden alınacak ders şudur: Siyaset, kavga etmekten çok toplumu ortak bir geleceğe ikna etme sanatıdır. Bugün de Türkiye’nin en büyük ihtiyacı, bu sanatın yeniden hatırlanmasıdır. "Siyasetin limanı ahlak olmalıdır."

Saygılarımla

Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı

YORUM YAP

Yorumu Gönder

YORUMLAR (0)