Atatürk ve Dindar İnsanlar: Akıl ile Vicdan Arasında Bir Buluşma
Türkiye’nin toplumsal hafızasında en derin çatlaklardan biri, dindar kesimlerin bir bölümünün Atatürk’e karşı mesafeli duruşudur. Bu mesafeyi anlamak için önce yargılamak değil, anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü tarih, duyguların, inançların ve ideallerin birbirine karıştığı bir insani sahnedir.

Laiklik: İnancı Özgürleştiren Zemin
Atatürk’ün getirdiği laiklik anlayışı, özünde dine karşı bir duruş değil; dinin siyaset tarafından istismar edilmesine karşı bir savunmadır. Ancak bu, dönemin toplumsal dokusu içinde her zaman doğru anlaşılamamıştır. Halifeliğin kaldırılması, tekkelerin kapatılması gibi düzenlemeler, birçok mütedeyyin insanın zihninde “kutsal olana müdahale” olarak algılanmıştır.
Oysa Atatürk, “Din bir vicdan işidir; herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir” diyerek inancı değil, inanç adına kurulan tahakkümü hedef almıştır.
Bugün dönüp baktığımızda, onun laiklik anlayışının dinin özüne değil, dinin araçsallaştırılmasına karşı olduğu daha iyi görülmektedir. Laiklik, bu topraklarda aslında imanı özgürleştiren bir ilkedir.
Atatürk döneminde gerçekleştirilen reformlar - halifeliğin kaldırılması, medreselerin kapatılması, dinî otoritenin devlet işlerinden ayrılması - ilk bakışta dinin geriye itilmesi gibi görünse de, özünde inancın kişisel alanda özgürleşmesini hedefliyordu.
Atatürk, dinin toplumsal hayattaki rolünü yok saymadı; aksine onu devletin baskısından kurtarmak istedi. Onun “Din bir vicdan meselesidir” sözü, sekülerleşmenin değil, vicdanın dokunulmazlığının beyanıdır.
Bu yönüyle laiklik, Atatürk’ün zihninde imanı koruyan bir duvar, iktidarın hırsına karşı bir siperdir. Çünkü o biliyordu ki, iktidar dini araçsallaştırdığında hem inanç zedelenir hem de akıl susturulur.
Atatürk’ün Çevresindeki Mütedeyyin Aydınlar
Atatürk’ün çevresinde yalnızca askerler ya da pozitivist düşünürler değil, aynı zamanda derin dinî bilgiye sahip mütedeyyin aydınlar da bulunuyordu. Mehmet Akif Ersoy, Yunus Nadi, Hüseyin Ragıp Baydur, Ahmet Hamdi Akseki, Hasan Basri Çantay ve Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi, bunların başlıca örnekleridir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Rıfat Börekçi, “vatan savunmasının imanın bir gereği” olduğunu vurgulayan fetvalarıyla halkı direnişe çağırarak Atatürk’e manevi destek vermiştir. Hasan Basri Çantay ise hem din âlimi hem milletvekili olarak, Cumhuriyet’in ilk döneminde İslam’ı akıl ve vicdan temelli bir anlayışla yorumlamaya çalışmıştır.
Bu isimler, Atatürk’ün yanında dine düşmanlık değil; dinin haysiyetini koruma iradesi gördüklerini dile getirmişlerdir. Onların varlığı, Atatürk’ün dine bakışını anlamak açısından bugün de büyük önem taşır. Atatürk’ün çevresinde yer alan bu dindar aydınlar, Cumhuriyet mücadelesini cehalete karşı bir direniş olarak değerlendirmiştir. Bu durum, Cumhuriyet’in özünde yatan temel gerçeği gösterir: Aydınlanma ile iman çatışmak zorunda değildir.
Batılılaşma Değil, İnsanlaşma
Atatürk’ün hedefi, şekilsel bir Batılılaşmadan çok, özde bir çağdaşlaşma idi. Bilimle inancı karşıt kutuplar olarak değil, insanlığın hizmetinde birleşmesi gereken iki kaynak olarak görüyordu. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” derken, bilimi bir dogma değil; insan aklının rehberi olarak konumlandırmıştı. Çünkü ona göre akıl, Allah’ın insana bahşettiği bir armağandı; onu kullanmak da bir şükür biçimiydi.
Atatürk’ün hümanizmi, insanı inancından koparmayan, aksine onu bilinçli bir kul olmaya çağıran bir anlayıştı. Alfabe devrimi, eğitim reformu, kadın hakları ve hukukta eşitlik gibi inkılaplar, Batılılaşma değil; insanı özgürleştiren bir insanlaşma hareketiydi.
Bu bakış, Atatürk’ün düşüncesinin yalnızca akılla değil, aynı zamanda vicdanla yoğrulduğunu gösterir. Onun gözünde akıl, salt bilgi değil; ahlaki bir sorumluluktu.
Bir Kavşakta Yeniden Buluşmak
Bugün bazı dindar çevrelerin Atatürk’e mesafeli yaklaşımı, büyük ölçüde tarihsel kırılmaların, yanlış anlamaların ve ideolojik kutuplaşmaların mirasıdır. Oysa Cumhuriyet’in değerleriyle inanç, birbirine rakip değil; birbirini tamamlayan iki güçtür.
Bir milletin iki kanadı vardır: akıl ve iman. Bu kanatlar birlikte çırpabildiğinde, toplum yükselebilir. Atatürk’ün mücadelesi dine veya dindara değil; yalnızca cehalete ve taassuba karşıydı.
Cumhuriyet’in laiklik anlayışı, dinin reddi değil; onu siyasetin kirli alanından koruma çabasıydı. Atatürk, “Din vardır ve lazımdır. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur.” diyerek inancı toplumsal bir dayanak olarak görmüş, ancak bu inancın kör itaate değil, bilince dayalı bir teslimiyete dönüşmesini istemiştir.
Bugün bize düşen, Atatürk’ü ideolojik kalıpların ötesinde, bir insanlık vicdanı olarak okumaktır. Onunla dindarların yolları, farklı yollardan yürüyüp aynı ufka yönelen iki arayış gibidir: Birinde akıl, diğerinde iman vardır; fakat ikisi de insanı bulmak, ona ulaşmak ister.
Son Söz
10 Kasım Haftası’nda onu anarken, sadece bir devlet kurucusunu değil; aynı zamanda insanın vicdanına ve aklına güvenen bir düşünce devrimcisini de hatırlamalıyız. Atatürk’ü anlamak, aslında insanın kendi potansiyeline inanmasıdır. Çünkü O, “Din vardır ve lazımdır” derken bir hakikati dile getiriyordu: İnanç akılla birleştiğinde millet, cehaletle birleştiğinde ise felaket olur.
10 Kasım’da Atatürk’ü anmak, yalnızca bir matem değil; akıl ile vicdanın el sıkıştığı bir anı yeniden hatırlamak demektir. Onun bıraktığı miras, devletin sınırlarını aşan bir ahlaki çağrıdır: “İnsanı özgürleştirin; çünkü özgür insan, hem düşünür hem de inanır.”
Saygılarımla,
Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı
YORUM YAP