YAZARLAR

13 Temmuz 2025 Pazar, 08:00

Abdullah Öcalan’ın Silah Bırakma Çağrısı Ne Anlama Geliyor?

Abdullah Öcalan’ın PKK’ya yönelik “silah bırakın” çağrısı, Türkiye’nin son kırk yıldır mücadele ettiği terör sorununda yeni bir döneme mi girildiği sorusunu beraberinde getiriyor. Ancak bu çağrıyı sadece yüzeydeki sözlerle değil, daha derin jeopolitik, tarihsel ve örgütsel bağlamlar üzerinden okumak gerekir.

1984’te başlatılan PKK’nın silahlı terör eylemleri, on binlerce insanın hayatına mal oldu; sadece can kaybına değil, ekonomik kalkınmanın sekteye uğramasına, sosyal yapının çözülmesine ve özellikle Doğu ile Güneydoğu Anadolu’da derin toplumsal travmalara yol açtı. Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanarak Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından örgüt içinde bazı ideolojik kırılmalar ve hizip ayrışmaları yaşansa da, silahlı terör eylemleri büyük ölçüde devam etti.

Bugün yapılan “silah bırakma” çağrısının anlamını çözümleyebilmek için öncelikle zamanlamasına dikkat kesilmek gerekir. Eğer bu çağrı, Türkiye’nin özellikle sınır ötesi operasyonlarla örgütü ciddi şekilde zayıflattığı bir dönemin sonunda yapılıyorsa, taktiksel bir geri çekilmenin ya da stratejik bir yeniden yapılanmanın ifadesi olabilir. Ancak çağrının, Öcalan’ın örgüt üzerindeki otoritesini yeniden tesis etmeye yönelik bir hamle olarak sahneye konduğu ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Özellikle Suriye ve Irak’ta dengelerin yeniden şekillendiği, ABD ve Avrupa’nın terör örgütlerine karşı daha temkinli bir çizgi izlemeye başladığı bir ortamda bu çağrı, uluslararası baskıları dengeleme girişimi olarak da yorumlanabilir.

Kuşkusuz ki bu açıklamanın özgül ağırlığını değerlendirmek için tarihsel belleğe başvurmak elzemdir. 1993’te merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başlattığı barış girişimi, Özal’ın ani vefatıyla kesintiye uğradı. 1995’te ilan edilen “ateşkes” kısa sürede bozuldu. 2013 Nevruz’unda Diyarbakır’da okunan mektupla başlatılan “çözüm süreci” ise, PKK’nın silah bırakma taahhüdünü yerine getirmemesi ve şehir yapılanmalarını derinleştirmesiyle başarısızlıkla sonuçlandı. Nitekim 2015’te Sur’da yaşanan hendek terörü, barış söyleminin nasıl bir yıkıma evrilebildiğinin en kanlı göstergesiydi.

Bu bağlamda Öcalan’ın bugünkü çağrısını “ilk kez söylenmiş bir söz” olarak değil, tarihte defalarca tekrar edilmiş bir senaryonun yeni bir perdesi olarak görmek gerekir. Türkiye’nin son yıllarda Irak ve Suriye’deki etkinliğiyle PKK’nın lojistik ve stratejik alanlarını daraltması, Batı’da ise terör örgütlerine yönelik toleransın azalması, Öcalan’ın bu çıkışının arka planında yer alan motivasyonları daha da görünür kılıyor. Örgüt içi liderlik tartışmaları, genç militanların örgüte katılımındaki düşüş ve uluslararası desteğin kırılganlaşması, bu çağrının bir güç konsolidasyonu çabası olduğunu düşündürüyor.

Ancak bu tür çağrıların gerçekliği, yalnızca söylemlerle değil, sahadaki fiilî durumla ölçülür. Barıştan söz edilebilmesi için yalnızca silahların susması yetmez; örgütün silahlı varlığını tamamen sonlandırması, gençleri dağa çıkarmaktan vazgeçmesi ve demokratik siyasal zemine saygı göstermesi gerekir. Aksi takdirde, bu tür açıklamalar sadece kamuoyunu etkilemeye dönük psikolojik manevralar olmaktan öteye geçemez.

Devletin bu sürece yaklaşımında ise iki temel hassasiyet ön plana çıkmalıdır: Kararlılık ve kapsayıcılık. Terörle mücadelede güvenlikten taviz verilmeden yürütülen politikaların, sosyoekonomik kalkınma, kültürel bütünleşme ve fırsat eşitliği ilkeleriyle desteklenmesi elzemdir. Sadece askeri başarılarla değil, aynı zamanda adalet, eşit yurttaşlık ve kapsayıcı vatandaşlık anlayışıyla kalıcı barış inşa edilebilir.

Uluslararası bağlamda da tablo dikkatle analiz edilmelidir. ABD’nin Suriye’de YPG’ye verdiği askeri ve lojistik destek, örgütün bölgesel kapasitesini artırırken; Avrupa’nın PKK sempatizanlarına karşı gösterdiği çifte standart, Türkiye’nin meşru mücadelesini zayıflatmaktadır. Bu durum, Öcalan’ın açıklamalarının Batı’da diplomatik bir koz olarak kullanılmasına da zemin hazırlamaktadır.

İç politikada ise HDP’nin konumu belirleyici olacaktır. Demokratik temsil iddiasında olan bir siyasi partinin, silahlı örgütle arasına net bir mesafe koyamaması, toplumsal güvensizliği derinleştirmektedir. Öcalan’ın çağrısına karşı sergileyecekleri tavır, HDP’nin meşruiyetini tartışmaya açabilecek bir sınav niteliğindedir. Diğer yandan, muhalefet partilerinin milli meselelerde ortak ve tutarlı bir söylem geliştiremiyor oluşu, Türkiye’nin toplumsal bütünlüğünü tehdit eden en ciddi zaaflardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sonuç olarak, Abdullah Öcalan’ın yaptığı “silah bırakma” çağrısı, geçmişte defalarca duyulmuş ve sahada karşılığı bulunmamış benzer açıklamaların bir devamı niteliğinde olabilir. Gerçek barış ise, sadece sözle değil; tutarlılıkla, iradeyle ve milletin adalet duygusunu tatmin edecek kararlılıkla mümkündür. Türkiye’nin stratejik sabrı, milli birlik duygusu ve toplumsal dayanıklılığı; yalnızca ulusal güvenliğin değil, aynı zamanda ortak gelecek idealinin de teminatı olacaktır.

Barış bir temenni değil, tutarlılıkla örülmüş bir stratejidir. Tarih, samimiyeti sınar.

Saygılarımla.

Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı
www.gazeteankara.com.tr
“Türkiye’nin kalbi Ankara’nın sesi”

 

YORUM YAP

Yorumu Gönder

YORUMLAR (0)