YAZARLAR

17 Ekim 2025 Cuma, 00:00

Mütevazı Bir Hayatın Felsefi Derinliği

Hayat dediğimiz bu uzun ve yorucu yolculukta, insanın kalbine huzur veren şeyler aslında hiç de göründüğü kadar karmaşık değildir. Zamanın hızla akıp giden günleri, peşinden koşulan makamlar ve bitmeyen başarı hırsları arasında çoğu zaman gözden kaçırdığımız bir hakikat vardır: Mütevazı bir hayat, insanın en büyük zenginliğidir.


Bugün modern dünyanın sahnesine baktığımızda, herkesin elinde görünmez bir bayrakla koştuğunu görürüz. Bu koşunun adı “başarıdır”. Ancak bu başarı, çoğu zaman şuurlu bir gayenin değil; başkalarının alkışına susamış, ruhunu ihmal eden bir şuursuzluğun eseridir. İnsan, kendi yüreğini dinlemeyi bıraktığında ve başkalarının gözünde parlamak için yaşamaya başladığında, aslında en değerli şeyi, yani huzurunu kaybeder.

Oysa küçük bir evin penceresinden süzülen sabah güneşi, bir insanın annesinin yaptığı bir kahvenin kokusu, çocuğunun içten gülüşü ya da akşamları dostlarla paylaşılan bir dilim ekmek; milyonların önünde kazanılan alkıştan çok daha kıymetli olabilir. Çünkü huzur, gösterişli salonlarda değil, kalbin derinliklerinde yeşerir ve o kalp, ancak mütevazı bir hayatın dinginliğinde çiçek açar.

Unutulmamalıdır ki, dünyayı değiştirenler çoğu zaman büyük manşetlerle değil, sade yaşantılarının derinliğinde kurdukları sessiz dengeyle iz bırakmışlardır. Sessizlik, sükûnet ve kanaat, insanın en yüksek mertebeye ulaşmasının anahtarıdır. Ne var ki, şuursuz bir başarı uğruna nefes nefese koşarken hayatı “ıskalayan insan sayısı az değildir. Gün gelir, dönüp baktığında ne alkışların ne de sahte övgülerin bir anlamı kalır. Ama içten bir tebessümün, çocuklarının hatırladığı bir anının ya da sevdiklerinin kalbine bıraktığı izlerin değeri, hiç eksilmeden baki kalır.

İşte bu yüzden, asıl başarı, başkalarının gözünde değil; kendi iç dünyamızda saklıdır. Mütevazı bir hayat, bütün sadeliğine rağmen en parlak zaferdir. Çünkü o hayat, insana sadece yaşadığını değil, gerçekten var olduğunu hissettirir.

Modern çağın bireyini tanımlayan en belirgin olgu, başarıya duyulan ölçüsüz iştahtır. Akademik, ekonomik, sosyal ya da kültürel alanlarda insanın kendisini sürekli olarak kanıtlamaya çalışması, çoğu zaman şuurlu bir hedefin değil, farkında olunmayan bir toplumsal yönlendirilmenin ürünüdür. Başarı, kendi öz değerlerinden ve içsel huzurundan bağımsız bir şekilde inşa edildiğinde; bireyi mutlu etmek yerine yoran, yıpratan ve yabancılaştıran bir mekanizmaya dönüşmektedir.

Burada felsefi bir ayrım yapmak gerekir: Mütevazı hayat ile huzursuz başarı arayışı arasındaki çatışma, aslında insanın “varlık” ile “görünüş” arasındaki tercihini ortaya koyar. Antik Stoacı düşünür Marcus Aurelius’un dediği gibi, İnsanın değeri, kendini hangi şeylerle meşgul ettiğine bağlıdır. Başarıyı yalnızca dış ölçütlere bağlayan bir insan, kendi benliğini başkalarının bakışına rehin bırakır. Oysa mütevazı bir hayat, bireye hem varoluşsal bir özgürlük hem de ruhsal bir denge sağlar.

Sosyolojik açıdan meseleye baktığımızda, tüketim kültürünün dayattığı başarı kavramı, bireyi sürekli daha fazlasını istemeye zorlar. Bu bitmeyen talep zinciri, aslında “yetersizlik” duygusunu derinleştirir. Buna karşın kanaatkâr ve mütevazı bir yaşam biçimi, insanı olduğu gibi kabul etmeye ve sahip olduklarını yeterli görmeye yönlendirir. Böylelikle mutluluk, dış dünyadan değil, içsel bütünlükten kaynaklanır.

Psikoloji literatüründe de bu hususun güçlü kanıtları vardır. Pozitif psikoloji araştırmaları, sürdürülebilir mutluluğun maddi kazançtan çok, sosyal ilişkiler, anlamlı deneyimler ve kişisel dinginlik ile sağlandığını göstermektedir. Yani insan, ne kadar çok şey elde ederse etsin, içsel huzurdan yoksunsa başarı sadece bir “şekil” olmaktan öteye geçemez.

Tarihsel perspektiften bakıldığında, mütevazılığı yaşamının merkezine koyan pek çok bilge ve düşünürün çağları aşan bir etki bıraktığını görürüz. Yunus Emre’nin “Mal sahibi, mülk sahibi; hani bunun ilk sahibi?” sorusu, aslında modern insanın kaybettiği dengeyi asırlar öncesinden hatırlatan bir çağrıdır.

Sonuç itibarıyla, mütevazı bir hayat dışsal ihtişamdan yoksun olsa da, bireyin varoluşunu anlamlandıran en güçlü zemindir. Başarı ise, eğer bilinçsiz bir hırsla inşa ediliyorsa, huzursuzluğu çoğaltan bir yanılsamadan ibarettir. Dolayısıyla asıl mutluluk, alkışlarla ölçülmeyen; başkalarının takdirine değil, insanın kendi vicdanına ve içsel huzuruna yaslanan bir yaşam felsefesinde saklıdır.

Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı

 

 

 

YORUM YAP

Yorumu Gönder

YORUMLAR (0)