Uluslararası Kurumsal Barış Arayışları: Tarihsel Arka Plana Eleştirel Bir Bakış ve Çözüm Önerileri
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası pek çok kuruluş, küresel barışı tesis etme hedefiyle yola çıkmıştır. BM’nin 1945 tarihli kuruluş bildirgesi, insanlığı bir daha savaş dehşetinin pençesine bırakmama idealini merkezine almış; insan haklarını, eşitliği ve uluslararası iş birliğini temel almıştır. Türkiye de bu ideali paylaşarak San Francisco Konferansı’na katılmış ve Almanya ile Japonya’ya sembolik bir savaş ilanında bulunarak küresel barış projesinde yer almıştır.
Ancak bu idealler zamanla, büyük güçlerin siyasi çıkarları karşısında giderek etkisizleşmiştir. Özellikle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin yapısı ve veto sistemi, kurumsal işleyişin adalet ve tarafsızlık ilkesinden sapmasına neden olmuştur. Böylelikle kurulan kurumların çokluğu, adil bir barış düzeninin garantisi olmaktan çıkmış; sonuçta kurumlar var olmuş, fakat barışı hayata geçirecek kudret eksik kalmıştır.
Barış, çoğu zaman savaşın yokluğu olarak tanımlansa da bu tanım yeterli değildir. Gerçek barış, yalnızca silahların susması değil, sosyal adaletin, insan haklarının ve eşitliğin sağlandığı bir toplumsal düzendir. Bu anlamda barış, yalnızca diplomatik masalarda değil; eğitim kurumlarında, medya içeriklerinde, aile içi ilişkilerde ve kültürel etkileşimlerde inşa edilir.
Toplumların farklı kimliklere tahammül edemediği, eşitsizliğin derinleştiği ve ötekileştirmenin kurumsallaştığı yapılar, silahların susmuş olmasına rağmen savaş hâlinin devam ettiği sistemlerdir. Dolayısıyla barış, yalnızca dış politika konusu değil; sosyolojik, pedagojik ve kültürel bir inşa sürecidir.
Barışın kalıcılaşması, öncelikle eğitimle başlar. Ancak birçok ülkenin eğitim sistemi, tarihsel olarak savaşların kahramanlık anlatılarına yaslanmış, barış inşasına yönelik pedagojik bir perspektifi yeterince içselleştirememiştir. Oysa barış eğitimi; empati kurabilme, çatışma çözüm becerileri geliştirme, kültürel farklılıklara saygı ve uzlaşma gibi değerlerle inşa edilir.
UNESCO’nun barış eğitimi girişimleri ve Avrupa Konseyi’nin demokratik yurttaşlık programları bu bağlamda değerli örneklerdir. Ancak bu yaklaşımların ulusal eğitim politikalarıyla bütünleşmesi çoğunlukla sınırlı kalmakta, özellikle kriz bölgelerinde görünür etkiler yaratamamaktadır. Barış eğitiminin ihmali dolayısıyla, kalıcı barışa giden yolda eksik halkalar vardır.
Soykırımlar çoğu zaman etnik ya da dini temellere dayandırılsa da, gerçekte derin ekonomik eşitsizlikler, kaynakların adaletsiz paylaşımı ve yapısal yoksulluk gibi faktörler temel dinamikler arasında yer alır. Bugünün dünyasında kaynakların %10’luk bir azınlık tarafından kontrol edildiği gerçeği, toplumsal çatışmaları kaçınılmaz hale getirmektedir.
Barışı sürdürülebilir kılmak için uluslararası kalkınma politikalarının yalnızca ekonomik büyümeye değil, insani kalkınmaya ve sosyal refaha odaklanması gerekir. Dış yardımlardan ziyade kendi kendine yeterlilik esası, bağımlılık ilişkisini kırmak için kritik öneme sahiptir. Bu bağlamda barış, ancak "boş tencerelerin dolmasıyla", yani ekonomik adaletin sağlanmasıyla mümkündür. Ekonomik adaletsizlik ve kalkınma sorununu oluşturan nedenler; barışın gölgesindeki gerçek dinamiklerdir.
Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”, uluslararası toplumun bu alandaki ilk ciddi girişimidir. Ancak Ruanda (1994), Srebrenitsa (1995), Darfur (2003), Myanmar (2017) ve Günümüzde Gazze gibi örnekler, bu sözleşmenin çoğu zaman kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir.
Sadece cezalandırma değil, önleyici mekanizmalar da güçlü olmalıdır. Toplumdaki tansiyonlar yükselmeden, medya manipülasyonları devreye girmeden önce müdahale etmek elzemdir. Bu noktada akademi, medya, sivil toplum ve diplomasi arasında bir koordinasyon mekanizması geliştirilmeli; soykırımların önlenmesi yalnızca hukuki değil, aynı zamanda vicdani bir sorumluluk olarak görülmelidir. Uluslararası hukuk ve ahlaki sorumlulukların yerine getirilmemesi: eylemsizlikten sessiz suç ortaklığına dönüşmüştür.
Barışı kâğıt üzerinde değil, yaşam pratikleri içinde gerçekleştirebilmek için bazı temel adımların atılması kaçınılmazdır. Bu adımlar:
- Uluslararası kuruluşlar, siyasi nüfuzdan arındırılarak daha adil ve bağımsız hale getirilmelidir.
- Barış eğitimi, eğitim sistemlerinin merkezi omurgası haline getirilmelidir.
- Empati, hoşgörü ve farklılıklarla birlikte yaşama kültürü; sosyal politikaların temel ilkesi olarak benimsenmelidir.
- Ekonomik kalkınma, hak temelli yaklaşımla gerçekleştirilerek yoksulluk ve adaletsizlikle mücadele edilmelidir.
- Medya; çatışmacı dili değil, uzlaşmacı söylemi teşvik etmelidir.
Kısacası, barış kültürünü kurumsal ve sosyal düzeyde inşa etmek asıl hedef olmalıdır.
Sonuç Olarak
Barışı tesis etmek, yalnızca kurumsal düzenlemelerle ve uluslararası sözleşmelerle başarılabilecek bir hedef değildir. Gerekli olan, bu yapıları ahlaki bir vizyonla işletmek; insan hakları, adalet ve eşitlik ilkelerini politikaların merkezine koymaktır.
Barış bir niyet değil, bir irade işidir. Diplomatik belgelerdeki cümlelerden çok, toplumların ortak vicdanında yankılanan bir bilinçtir. Bu irade geliştirilmediği sürece, kurumların varlığı soykırımları durdurmaya yetmeyecektir.
Bu bağlamda, barışı sağlamak için kurumların varlığı kadar, bu kurumların işletilme biçimi ve onları yöneten aktörlerin etik duruşu da hayati önemdedir. Barış, kâğıtlara değil; insanlığın ortak vicdanına kazınmalıdır. “İnsanların birbirlerine güldüğü değil, birlikte güldüğü, savaşların olmadığı bir dünya dilerim.”
Saygılarımla.
Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı
YORUM YAP