YAZARLAR

12 Nisan 2025 Cumartesi, 08:00

İSLAM ÜLKELERİ NEDEN GERİ KALDI?

2024 yılı itibarıyla dünya nüfusu 8 milyar civarındadır. Bu devasa nüfusun yaklaşık 2 milyarını Müslümanlar oluşturuyor. Yani her dört insandan biri Müslüman coğrafyada nefes alıyor, düşünüyor ve yaşıyor. Peki, 2 milyarlık Müslüman nüfus ekonomide, bilimde, teknolojide, düşüncede ve kültürde ne kadar varlık gösterebiliyor?

Rakamlar ne yazık ki umut vermiyor. 2024 yılı verilerine göre dünya gayrisafi yurt içi hasılası (GSYİH) yaklaşık 105 trilyon dolardır. Bu büyüklüğün içinde, İslam İş birliği Teşkilatı’na (İİT) üye 57 Müslüman ülkenin toplam payı yalnızca 7-8 trilyon dolar civarındadır. Yani dünya ekonomisinden aldıkları pay %7-8’i geçmemektedir. Bilimsel üretim alanında da benzer bir tabloyla karşı karşıyayız: Scopus ve Web of Science gibi uluslararası indekslerde Müslüman ülkelerin bilimsel yayınlara katkısı %6-8 civarında bulunmaktadır. Oysa Müslümanlar dünya nüfusunun %25’ini oluşturmaktadır. Buna göre Müslümanların üretimdeki payı, bilimsel yayınlara katkısı bu oranın  (nüfuslarının dünya nüfusuna oranının) fevkalade gerisinde kalmaktadır.

Bu rakamlar sadece ekonomik ve bilimsel geri kalmışlığı değil, aynı zamanda derin bir zihinsel ve kültürel duraksamayı da ortaya koymaktadır. Oysa 8. ile 12. yüzyıllar arasında Müslüman toplumlar bilimin, felsefenin, sanatın ve düşüncenin taşıyıcı gücüydü. Dönemin en parlak zekâları bu coğrafyada yetişiyor; en ileri teknik buluşlar bu coğrafyadan çıkıyordu. Matematikte, astronomide, tıpta ve felsefede Müslümanlar insanlık tarihine yön veriyordu. Peki, sonra ne oldu? Neden o altın çağ yerini bu ağır geri kalmışlığa bıraktı?

Bu sorunun cevabı tek bir nedene indirgenemez. Çünkü geri kalmışlık basit bir arıza değil, derin bir yapısal sorundur. Tarihin, toplumların ve zihniyetin iç içe geçmiş birçok dinamiğiyle şekillenir. İslam dünyasının bugünkü durumu da tarihsel, sosyolojik, kültürel, ekonomik ve siyasal birçok faktörün bileşiminden doğan karmaşık bir sonuçtur.

İçtihadın Kapanışı ve Zihinsel Gerileme

İslam medeniyeti erken dönemlerinde akla dayalı, yoruma açık bir dinamikle yükselmişti. Farklı kültürlere açık olması, çok sesliliği benimsemesi ve sorgulamaya alan açması bu yükselişin temel taşlarıydı. Fakat zamanla bu zihinsel açıklık yerini dogmaya, akıl yerine nakle teslim olmuş bir düşünceye bıraktı. İçtihat kapısının kapanması, yani yorum ve yeniliğe dair alanların daralması, bilimin ve felsefenin ilerleyişini de durdurdu. Bir zamanlar gökyüzünün sırlarını çözmeye çalışan bilim insanlarının yerini, geçmişin tekrarıyla yetinen gelenekçiler aldı.

Dinî ve Kültürel Daralma

İslam’ın altın çağında bilimle inanç yan yana yürürken, sonraki yüzyıllarda akılcılık geri plana itildi. Düşünceye mesafe alındı; sorgulamak neredeyse tehlikeli hale geldi. Mezhep ayrılıkları, özellikle Sünni-Şii gerilimi, sadece dini değil, siyasi ve toplumsal bir ayrışma da doğurdu. Kadınların eğitimden ve toplumsal hayattan dışlanması ise toplumun yarısını üretim ve düşünce dışında bırakmak anlamına geldi. Böyle bir ortamda kalkınmanın da ilerlemeninde sağlıklı zemini kalmadı.

Eğitimde Durgunluk ve Gelenekçilik

Uzun yıllar boyunca eğitim sistemi geleneksel yapılarla sınırlı kaldı. Medreseler çoğu zaman eleştirel düşünceyi değil, ezberi ve tekrarları öğretti. Matbaanın Osmanlı topraklarına Avrupa’dan yaklaşık 300 yıl sonra gelmesi sadece teknolojik değil, aynı zamanda zihinsel bir gecikmeye de işaret ediyordu. Bilgi sınırlı bir çevrede kaldı; halkın büyük çoğunluğu yazılı kültürden uzak yaşadı. Bugün bile birçok İslam ülkesinde eğitim, sorgulayan bireyler değil, itaate dayalı bir kitle yetiştirmeye odaklanmış durumda.

Ekonomik Kopukluk ve Sanayi Devrimini Kaçırma

Sanayi Devrimi Batı dünyasının kaderini değiştirdi. Oysa İslam dünyası bu dönüşüme hazırlıksız yakalandı. Hâlâ geleneksel üretim yöntemlerine bağlı kalan ülkeler, teknolojik ilerlemenin gerisinde kaldı. Zengin doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen, bu kaynaklar çoğu zaman bilim ve teknolojiye değil; gösterişli tüketim alışkanlıklarına ve yolsuzluklara harcandı. Özel sektör yerine devlet kontrolündeki ekonomiler, yenilikçiliği baskıladı ve bireysel girişimi engelledi.

Siyasi Kurumların Zayıflığı

Sağlam bir demokrasi geleneği oluşturamayan birçok İslam ülkesinde liyakat yerine sadakat esas alındı. Rüşvet, adam kayırma ve merkeziyetçi devlet yapıları kalkınmayı neredeyse imkânsız hale getirdi. Osmanlı’daki tımar sistemi gibi uygulamalar, üretim ilişkilerinde özel girişimciliğin önünü kapattı ve burjuva sınıfının doğmasını engelledi. Oysa Batı’da aynı süreçlerde mülkiyetin yaygınlaşması, ticaretin canlanması ve girişimcilik ruhunun gelişmesini sağlamıştı.

Parçalanmışlık ve Emperyalist Müdahaleler

İslam coğrafyası bugün siyasi birlikten uzaktır. Mezhep kavgaları, etnik ayrışmalar ve iç çatışmalar ortak bir vizyon oluşturmayı zorlaştırıyor. Osmanlı’nın son dönemindeki milliyetçilik hareketleri gibi tarihî ayrışmalar imparatorluğun yıkılışına zemin hazırladı. 20. yüzyıl boyunca Batı’nın uyguladığı “böl ve yönet” politikaları bu parçalanmayı derinleştirdi. Sömürgecilik sadece toprakları değil, aynı zamanda zihinleri de işgal etti. Pek çok İslam ülkesi bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bile sağlam bir kurumsal yapı inşa edemedi ve sömürgeci güçlerin etkisine ve yönlendirmesine açık halde kaldı.

Tarihsel Nedenler

Osmanlı, Safevi ve Babür gibi büyük Müslüman imparatorluklarının çökmesi, siyasi istikrarsızlığa ve Batı’nın sömürgeci müdahalelerine yol açtı.

19. ve 20. yüzyıllarda Batı’nın birçok İslam ülkesini işgal etmesi, doğal kaynakları sömürmesi ve yerli yönetimleri zayıflatması, bağımsızlık sonrasında bile devletlerin güçlü kurumlar inşa edememesine neden oldu

Sonuç

Görüldüğü gibi, İslam ülkelerinin geri kalmasının ardında tek bir neden yoktur. Zihin dünyasından siyasal yapılara, ekonomik sistemlerden eğitime kadar birçok alan birbirini etkileyerek bugünkü tabloyu oluşturdu. Ancak bu tablonun değişmez olduğu düşünülmemelidir.

Yeniden ayağa kalkmak imkânsız değildir. Bunun yolu ise açıktır: Bilime ve eğitime yatırım yapmak, düşünen ve sorgulayan bireyler yetiştirmek, şeffaf, adil ve liyakate dayalı yönetim anlayışını yerleştirmek, demokratikleşmeyi sağlamak ve ifade özgürlüğünü yaygınlaştırmak. Dışa bağımlılıktan kurtulup kendi teknolojisini ve kendi bilgisini üretmek gerekmektedir.

Geçmişte bunu başaran bir medeniyetin evlatları bugün de başarabilir. Yeter ki geçmişin mirasını bir özlem değil, bir ilham kaynağı olarak görelim. Ve yeter ki birbirimizle değil, cehaletle, tembellikle ve adaletsizlikle mücadele etmeyi öğrenelim.

YORUM YAP

Yorumu Gönder

YORUMLAR (0)