10 Kasım: Bilimin Işığında Sonsuzluğa Yürüyen Bir Zihin-Epistemolojik Bir Devrimin Ardından Düşünmek
Her yıl 10 Kasım sabahı saat 09.05’te Türkiye’nin dört bir yanında yankılanan siren sesleri, yalnızca bir ulusun yasını değil; aynı zamanda düşüncenin, bilimin ve insan aklının sessiz bir saygı duruşunu simgeler. Çünkü Atatürk, yalnızca bir asker ya da devlet kurucusu değil; insan aklının yaratıcı gücüne inanan bir düşünür, bilimi toplumun temeline yerleştiren bir aydınlanma önderidir.

Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” cümlesinde özetlenir. Bu, bir slogan değil; bir epistemolojik devrimdir. Osmanlı’nın son dönemindeki çatışmaların ortasında yetişen Mustafa Kemal Atatürk, modern ulus fikrini “bilimsel düşünceye dayanan bir toplum” anlayışıyla bütünleştirmiştir. Ona göre ulusal bağımsızlık yalnızca siyasi değil, aynı zamanda düşünsel bir özgürlüktür; bu özgürlüğün yolu da bilimden geçer.
Bu nedenle 1920’lerden itibaren eğitim reformu, harf devrimi, tarih tezi ve üniversite reformu gibi adımlar aslında birer bilim devrimidir. Atatürk, bilimi yalnızca bilim adamlarının değil, düşünenlerin ve üretenlerin toplumsal pratiği hâline getirmek istemiştir.
Atatürk’ün bilimle kurduğu ilişki, pozitivist bir bilgi anlayışının ötesindedir. O, bilimi yalnızca doğayı çözümlemenin değil; insanı ve toplumu anlamanın da anahtarı olarak görür. Ona göre “bilimsel düşünce”, eleştirel aklın sürekliliğidir; bu nedenle hiçbir dogma sonsuza dek geçerli değildir. Bu tavır, yalnızca bilimin değil, felsefenin de özünü oluşturur: “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”
Atatürk, bu anlayışı siyaset felsefesine de taşımış; “inkılap” kavramını bir anda gerçekleşen bir eylem değil, sürekli bir zihinsel yenilenme süreci olarak tanımlamıştır.
Dil ve tarih çalışmaları, Atatürk’ün bilime bakışının kültürel izdüşümüdür. Dil Devrimi, Türkçeyi yalnızca sadeleştirmek değil, düşünmenin aracını halka vermek amacını taşır. Atatürk bu yönüyle, ulusal bilinci bilimin kavramsal diliyle buluşturan nadir liderlerden biridir.
1930’lu yıllarda Türkiye’ye davet ettiği Avrupalı bilim insanlarıyla kurduğu akademik ilişki, yalnızca bir “transfer” değil, bir bilimsel ethos inşasıdır. Üniversite reformu, Türkiye’nin düşünsel altyapısını modern bilimin eleştirel mantığı üzerine kurmayı hedeflemiştir.
Her 10 Kasım’da saat 09.05’te duran zaman, aslında düşüncenin yeniden doğduğu andır. Siren sesleri bize bir kaybı değil; bir mirası hatırlatır: Akla, bilime ve insana güvenin mirasını.
Atatürk’ü anmak, yalnızca bir törenin parçası olmak değildir; onun düşünsel sistemini çağın sorunlarına uygulayabilmektir. Bugün bilimsel üretimin, yapay zekânın, biyoteknolojinin ve iklim biliminin belirlediği bir dünyada Atatürk’ün “akıl ve bilim rehberimizdir” sözü, Cumhuriyetimizin ve insanlığın en rasyonel pusulasıdır.
10 Kasım sabahı saat 09.05’te Türkiye’nin dört bir yanında yankılanan siren sesleri, yalnızca bir ulusun kurucusuna duyduğu saygının değil; aynı zamanda bir epistemolojik devrimin yankısıdır. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk, bir ulusu kurtarmanın ötesinde, onun düşünce biçimini, yani dünyayı anlama ve anlamlandırma tarzını değiştirmiştir.
Bu yönüyle 10 Kasım, yalnızca bir yas günü değil; bilginin, aklın ve eleştirinin bir ulus kimliğine dönüştüğü tarihsel bir dönüm noktasının yeniden hatırlanışıdır.
Atatürk’ün düşünce sisteminde “bilim”, yalnızca teknik bir araç değil; bilginin doğruluğunu sınayan yöntemsel akıldır. Onun “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü, pozitivist bir determinizmin değil; eleştirel rasyonalizmin ifadesidir.
Ona göre bilgi, otoriteye değil; gözleme, deneye ve aklın tutarlılığına dayanmalıdır. Bu, Descartes’tan Kant’a uzanan rasyonalist geleneğin Türk tarihindeki ilk kapsamlı devlet felsefesi uygulamasıdır.
Atatürk, epistemolojiyi devlet politikasına dönüştürmüş; doğru bilginin üretimini toplumsal kalkınmanın önkoşulu hâline getirmiştir. Cumhuriyet bu nedenle yalnızca siyasi bir kuruluş değil; bilgiye dayalı bir varoluş biçimidir.
Rasyonalizm, Atatürk’ün düşüncesinde hem bir yöntem hem de bir etik ilkedir. “Akıl” onun için yalnızca düşünmenin değil, aynı zamanda insanın özgürleşmesinin aracıdır.
Köhnemiş geleneklere ve taklide dayalı bilime karşı Atatürk düşüncesi bir epistemik özgürlük bildirisidir. Rasyonel düşünceyi toplumsal yaşamın her alanına - eğitimde, hukukta, hatta sanatta bile- yaymak istemesi, insanın kendi aklıyla var olabilmesinin bir ifadesidir.
Bu, Aydınlanma düşüncesinin Türkiye topraklarındaki en özgün yorumudur. Kant’ın “Sapere aude – Aklını kullanma cesareti göster!” çağrısı, Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” idealiyle Türkçeleşmiştir.
Atatürk’ün devrimleri, yüzeyde siyasi ya da kültürel düzenlemeler gibi görünse de özünde birer bilimsel devrimdir. Eğitimde laikleşme, dilde sadeleşme, tarihte eleştirel yöntem - hepsi bilginin kutsaldan sekülere, dogmadan akla, inançtan incelemeye geçişini temsil eder. Bu devrim, Türkiye’nin düşünsel haritasını yeniden çizmiştir.
Epistemolojik olarak bakıldığında, bu süreç Thomas Kuhn’un tanımıyla bir paradigma değişimidir: Toplum, artık otoritenin değil; yöntemin rehberliğinde düşünmeye başlamıştır. Atatürk, bu yönüyle yalnızca bir siyasi lider değil, bir bilimsel zihniyet mimarıdır.
Her 10 Kasım’da saat 09.05’te duran zaman, aslında düşüncenin yeniden doğduğu andır. O beş dakikalık sessizlikte, ulus olarak epistemolojik köklerimizi hatırlarız: Bir liderin ardından değil, bir düşünme biçiminin ardından eğiliriz.
Çünkü Atatürk, ölümüyle bir devrin kapanmasını değil; aklın ve bilimin sonsuz deviniminin sembolünü bırakmıştır. Anıtkabir’e giden milyonlarca insanın sessiz adımları, aslında “bilmenin sorumluluğu”na yürüyen bir toplumun metaforudur.
Sonsöz
Atatürk’ün en büyük başarısı, bilimi insanın vicdanıyla birleştirmesidir. Onun gözünde bilim, soğuk ve mekanik değil; insanın özgürleşmesinin en ahlaki yoludur. Dolayısıyla 10 Kasım, geçmişe dönük bir hüzün değil; geleceğe dair bir sorumluluktur.
O büyük zihin, yalnızca bir bedenin değil; bir düşüncenin ölümsüzlüğünü temsil eder. Çünkü düşünce ölmez- özellikle de bilimle beslenmişse.
Atatürk’ün felsefesinde bilim, yalnızca “bilmek” değil; bilmenin ahlâkıdır. Epistemoloji, onun için soyut bir felsefe değil; bir yaşam disiplinidir: Gözlemle, sorgulamayla, eleştiriyle var olmak.
Bugün 10 Kasım’ı anlamak, onu yalnızca duygusal bir anma ritüeline indirgemek değil; o düşünsel devrimi yeniden okumaktır. Çünkü Atatürk’ü ölümsüz kılan şey, onun bedeni değil; aklın ışığında sonsuzluğu yakalamış bilincidir.
Saygılarımla,
Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı
YORUM YAP