YAZARLAR

04 Mayıs 2025 Pazar, 08:00

Tarihten Gelen Kültürel Bir Süreklilik: Göktürkler’den Cumhuriyet’e Uzanan Tarihsel Bir Kimlik Yolculuğu

Tarihi sadece bir zaman dizgesi olarak okumak, toplumların ruh köklerini anlamakta çoğu zaman yetersiz kalır. Toplum dediğimiz şey; hafızası, dili, töresi ve inanç sistematiğiyle ancak bir bütün olarak kavranabilir. Bu bağlamda Türkler, yalnızca göçebe bir kavim ya da belli dönemlerde tarih sahnesine çıkıp inen bir güç değil, bir medeniyet tasavvurunun taşıyıcısı, tarihsel sürekliliğin canlı bir tezahürüdür.

Zihnimizi Batı merkezli tarih anlayışının zincirlerinden kurtararak baktığımızda, Türklerin tarihini birkaç imparatorlukla sınırlı göremeyiz. Çünkü Türk varlığı, Çin kaynaklarında “T'u-kue’ler” olarak geçen dönemden bugüne kadar, sadece siyasi değil, aynı zamanda kültürel, dilsel ve ahlaki bir süreklilik içinde şekillenmiştir. Orhun Yazıtları, bu sürekliliğin en eski ve en duru belgelerinden biridir. Yazıtlarda sadece bir kavmin değil, bir dünya görüşünün, bir hayat felsefesinin izlerini görürüz.

Türk kimliği, yalnızca ırksal ya da etnik bir temele dayanmaz; bilakis tarihsel bir bilinç, sosyal bir sorumluluk ve kültürel bir inşa sürecidir. Eski Türk toplumlarında görülen “kut” anlayışı, iktidarın ilahi meşruiyetle ilişkilendirilmesi, devlet felsefesi bakımından modern çağlara ışık tutacak denli derindir. Aynı şekilde “toy”, “kurultay”, “töre” gibi kurumlar, katılımcı yönetim ve sosyal adaletin erken örnekleridir.

Tarihin derinliklerine dikkatle göz gezdirildiğinde, Türk milletinin sıradan bir topluluk değil, zamanın zor şartlarıyla sınanmış, coğrafyalara sığmamış, aşılmaz denilen dağları aşmış ve çağlara yön vermiş bir kültür taşıyıcısı olduğunu görürüz. Türk kimliği, yalnızca genetik bir miras değil; zihinsel, siyasal ve ahlaki bir sürekliliğin tezahürüdür. Bu sürekliliği anlayabilmek için çağlar ötesine gitmeden, yakın tarih boyunca dört büyük menzil taşına bakmak gerekir: Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet dönemleri bize ışık tutacaktır.

Göktürkler: Devletin Ruhunu Taşımak

Göktürkler, Türk adını ilk kez bir devlet ismi olarak tarih sahnesine kazıyan uygarlıktır. Milattan sonra 6. yüzyılda kurulan bu devlet, yalnızca bir siyasi organizasyon değil, aynı zamanda bir kimlik inşasıydı. Orhun Yazıtları, sadece ilk yazılı Türk metinleri olmakla kalmaz; aynı zamanda devlet felsefesi, halk-devlet ilişkisi ve yöneticinin halka karşı sorumluluğunu yansıtan ilk metinlerdir.

Bilge Kağan’ın “Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, Türk milleti senin ilini töreni kim bozabilir?” sözü, tarihsel bir bilinç kadar, siyasal sorumluluk duygusunu da gösterir. Bu anlayışta lider, halkı için vardır. Devlet kutsaldır, ancak halkın refahı için vardır. Bu denge, Türk devlet felsefesinin özünü oluşturur.

Selçuklular: İslam’la Yoğrulan Bir Medeniyet

Türk kimliği Göktürklerle şekillenmiş, ancak Selçuklularla İslam medeniyetiyle kaynaşmıştır. Bu dönemde, göçebe-askerî geleneğin yanında yerleşik medeniyetin incelikleriyle harmanlanan yeni bir Türk-İslam sentezi doğmuştur. Selçuklular, yalnızca fetih yapan bir güç değil; şehir inşa eden, vakıf kuran, bilim ve sanatı destekleyen bir yönetim anlayışının temsilcisidir.

Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Selçuklu devlet aklının ne denli ileri düzeyde kurumsallaştığını ve adalet fikrini merkeze aldığını gösterir. Selçuklu medreseleri, yalnızca dinî ilimler değil; matematikten astronomiye, felsefeden hukuka kadar pek çok alanda bilgi üreten kurumlar haline gelmiştir. Türk kimliği bu dönemde yalnızca askerî değil, kültürel ve entelektüel bir varlık haline gelmiştir.

Osmanlılar: Adaletin Taşında Yükselen Bir İmparatorluk

Selçuklu mirası üzerinde yükselen Osmanlılar, Türk-İslam medeniyetinin kurumsallaştığı ve evrenselleştiği en önemli safhayı temsil eder. Osmanlı Devleti, sadece askeri ve siyasi başarılarıyla değil, aynı zamanda adalet fikrini merkeze alan devlet anlayışıyla da öne çıkar. “Devlet-i ebed müddet” ideali, bireyi değil milleti yaşatmayı esas alır. Kadim Türk töresi, İslam hukukuyla harmanlanmış; tımar sistemi, ahilik teşkilatı, millet sistemi gibi yapılarla sosyal adalet ve toplumsal denge sağlanmıştır. Osmanlı’da padişahın meşruiyeti, tıpkı Göktürk kağanları gibi halkın rızasına ve ilahi nizama dayandırılmıştır. Bu anlamda Osmanlı, hem Türk devlet geleneğinin hem de kültürel kimliğin taşıyıcısı ve çoğaltıcısı olmuştur.

Cumhuriyet Dönemi: Köklere Dönerek Yeniyi Kurmak

20.yüzyılın başında Anadolu’da doğan Türkiye Cumhuriyeti, geçmişin inkârı değil; köklerden alınan miras ve ilhamla geleceği inşa etme projesidir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet, bir Batılılaşma hareketinden ziyade, Türk milletinin tarihsel birikimini çağdaş dünyayla buluşturma çabasının sonucudur.

Dil devrimiyle Orhun Yazıtları yeniden okunabilir hale gelirken, tarih teziyle Türklerin dünya medeniyetine katkısı yeniden gündeme getirilmiştir. Halkçılık, laiklik ve milliyetçilik ilkeleri; yalnızca siyasal tercihler değil, Göktürkler’den Osmanlılar’a kadar gelen halk-devlet dengesi anlayışının çağdaş bir ifadesidir.

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasında da bu tarihsel halk devlet dengesinin izleri vardır. Atatürk’ün “muasır medeniyet seviyesi” vurgusu, özünde Batı’ya imrenmekten ziyade Türk milletinin tarihsel potansiyelini yeniden ayağa kaldırma çabasıdır. Bu nedenle Türk modernleşmesini yalnızca bir Batılılaşma projesi olarak değil, aynı zamanda bir köklere dönüş ve yeniden yorumlama hareketi olarak okumak gerekir.

Bugün, küreselleşmenin tek tipleştiriciliğin baskısı altında, dünya milletlerinde kimlikler aşınırken Türk kimliği hem dayanıklılığını hem de dönüştürücü gücünü korumaktadır. Türkler, sadece geçmişin mirasçısı değil, aynı zamanda geleceğin kurucusudur. Çünkü tarih; yalnızca ne olduğumuzu değil, ne olabileceğimizi de gösteren bir aynadır.

Ve o aynada, binlerce yılın içinden süzülen bir istikrar, bir direnç, bir irade görünür: Türk olmak, bir tarihi taşımak demektir.

Cumhuriyet, kendi tarihsel kimliğinin farkında olan bir milletin yeniden dirilişidir. Türk kimliği, modernleşirken köksüzleşmeyen nadir yapılardan biri olarak bu dönemde yeniden tanımlanmış ve evrensel bir idealin taşıyıcısı haline gelmiştir.

Göktürkler'den Selçuklular’a, oradan Osmanlılar’a ve Cumhuriyet’e uzanan bu tarihsel çizgi, Türk kimliğinin sürekli dönüşüm içinde ama özünden sapmadan var olabildiğinin açık kanıtıdır. Her dönem, kendi ruhunu çağın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirmiştir. Ancak bu değişim, kimliğin özünü, yani töreyi, adaleti, halk-devlet ilişkisini ve kültürel hafızayı asla terk etmemiştir.

Çünkü Türk olmak, sadece bir coğrafyada doğmak değil; bir medeniyetin sürekliliğini omuzlamak ve mensubiyet duymak demektir.

{o0o}

Nerede Bir Zulüm Varsa, Çatışma Varsa, Adaletsizlik Varsa Sona Erdirmek İçin Biz Oradayız.  Türkiye’nin Kalbi, Ankara’nın Sesi" olan Dijital Haber Portalı,  https://www.gazeteankara.com.tr

 

YORUM YAP

Yorumu Gönder

YORUMLAR (0)